27 Mayıs 2012 Pazar

Festival



Festival

Sinemanın kapısında, köşede oturmuş karşımdaki duvarda asılı trene dalmıştım. Film festivali için hazırlanmış olan afiş beni büyülemişti. İstiklal caddesinin her tarafında bu afiş vardı. Bu kez de Emek sinemasının sokağında “ Babam ve Ustam” filmini beklerken binmiştim trene. O kalabalıkta, gelip geçenler, ünlüler ünsüzler, dekolteliler kapalılar, sevgililer yalnızlar... Kısacası hiç kimse dikkatimi çekmiyordu. Seviyordum bu kalabalığı... Hepsi birer birer yabancıydılar bana ama bugün sanki hepsi benim dostumdu. O kadar yakın hissediyordum bu kalabalığı kendime.
Afişteki tren dedim ya, beni büyülemişti. Bana tam olarak ne anımsattığını bilmiyordum aslında. Trenin ardındaki sisli şehir Diyarbakır olabilir ya da Ankara... Tren ise Diyarbakır İçofis’te rayların üstüne 50 liralık demir paraları koyup yolunu beklediğimiz tren sanki. Tek farkı bu trenin kara olmaması... İçofis’ten geçen hep kara olurdu; oradaki insanların bahtı gibi... Trenin içindekileri ise tanıyor gibiyim. Ya da “kim bunlar?” diye soruyorum. Ha ha, tıpkı sinemanın kapısında bekleşenler gibi; hem tanıdık hem yabancı... Camdan kafasını uzatmış iki genç ardlarında bıraktıkları “şehre ya da yare” mi bakıyorlar yoksa kendilerini karşılayan “şehre ya da yare” mi? Bilmiyorum . Ama ya özlem başlıyor ya da özlem bitiyor. Ben mi? Hep özlemle yaşayacağım herhalde. Diyarbakır’a özlemle, İstanbul’a özlemle, kadın kokusuna özlemle, aşka özlemle, geçmişe özlemle... Özlemle işte!
Hani hiç kimse dikkatimi çekmiyor diyordum ya... İşte artık iniyorum trenden. Bu kez herkesin üzerinde, gözlerim... Sinemanın kapısında, yaşamlarının sinema olduğu her hallerinden belli olan, vücutlarının güzelliğine güvenen, dolgun memeli kızlar ilk dikkatimi çekenler... Sonra benim gibi yalnızlar takılıyor gözüme. Birazdan yalnız olmadıklarını görüyorum. Arkadaşları son anda yetişiyorlar filme.
Bu gözlemlerim birazdan çiftlere ve ünlülere yönelecekti ki bir kızın bana baktığını fark ettim. Önce inanmadım ya da inanamadım bana baktığına. Bir iki dakika sonra emin oldum beni süzdüğüne. Bir heyecan sardı beni. Nisan ayının soğuk günlerinden biriydi ama ben terlemeye başlıyordum. Sanki bana bir şeyler söyleyecekmiş gibi saatime bakıyordum ama saatin kaç olduğunu da fark edemiyordum bu bakışlarımda. Kız bana doğru yaklaştığında heyecanım öyle bir arttı ki kaçacaktım nerdeyse... Ama o cesareti gösteremedim ya da öyle bir salaklık yapamazdım. Ben onun “ateşiniz var mı?” ya da “saatiniz kaç?” diye soracağını düşünürken, O , “yalnız mısınız?” diye sorunca afalladım. Kız yanıma sokulduğunda gözlerinin güzelliğini fark ettim. Ben de “evet” ya da “hayır” cevabını vereceğimi sanıyordum ki “ gözleriniz çok güzel” deyiverdim. Allah Allah bana neler oluyordu ki? Ben miydim bu?...
Film başladığında biletini yanındakiyle değiştirip yanıma gelmişti. Onun bu yüzsüzlüğü ya da nazik bir ifadeyle rahatlığı beni şaşırtmıştı. Bu kez ben bir yüzsüzlük yaptım ve ellerini tuttum. Eller... Bir bayanda güzel olmasını istediğim ilk şey... Eğer ellerini sevemezsem kendisini de zor severim sanırım. Onun elleri ona aşık olmamı yetecek kadar güzeldi. Tuttuğum ellerini sımsıkı sarmıştım. Kaçacak bir ceylan, dürtülünce uyanılacak bir rüya gibiydi. Filmin ilerleyen anlarında ise başı omzuma çoktan düşmüştü. Pamuksu saçları kulaklarıma değerken müthiş bir huzur duydum. Kokusu ise tahrik ediciydi. Film bittiğinde ruhsal bir orgazm yaşadığımı fark ettim. Hafif titriyordum ve üşümeye başlamıştım. Sinemadan dağılan kalabalığa karışırken, O, tuvalete gitti. Bense kapıda beklemeye başladım. Onun ayrılışı bir burukluk yaratmıştı hemen bende. Gelişi gittikçe uzuyordu. Artık sinemadan çıkanlar bitmek üzereydi ve çıkış kapısı kapanıyordu. İçeri girdim ve kızlar tuvaletinin önünde beklemeye başladım. Hiçbir ses yoktu. Tuvalete girdim ve teker teker kapıları açtım; kimseler yoktu. Telaşlanmaya başlıyordum. Dışarı çıktım ve sokağın İstiklal’e çıkan kısmına kadar koştum. Ama yoktu. Tam ismini sayıklayacaktım ki duraksadım. İsmini bilmiyordum. Ne O sormuştu ne de ben...
Ertesi gün festivalin son günüydü. Taksim'deki sinemaların tüm seanslarında kapıda bekledim , sonra da çıkışta... Bulamadım. 21:30 seansında son sinemada da bulamayınca ıssızlaşan ve yabancılaşan İstiklal’de bir köşeye iliştim. Karşımda yine o tren ve sisli şehir vardı. Tren hızla uzaklaşıyordu ve sisli şehre bu kez karanlık çöküyordu. Bu sırada yanıma tinerci bir çocuk yanaştı. Sigara istedim ondan. Sigaramı yaktı ve yanıma ilişti. Gözümden akan yaşları tiner kokulu bezle sildi. O sırada omzumdaki tek tel saçı fark ettim. O’nun saçı olmalıydı. Aldım elime ve kokladım. Hala o kokuydu. Tek tel saçı elime aldım ve ayağı kalkıp meydana doğru yürümeye başladım. Bu sırada yürürken bir sene sonraki festivalin başlaması için bir günün eksildiğini fark ederek güldüm. Sonra gülüşüm hüzne dönüştü; hüznüm ise evde hıçkırıklara...


z.e.

Fotoğraf : 20. İstanbul Film Festivali 2001 afişi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder