23 Kasım 2012 Cuma

Geçmiş, iz, yara...

Geçmiş, iz, yara...

Sonbaharın gri yüzü ile birlikte gündüz karanlığı çökmüştü şehrin üzerine. Sabah sabah çalıştığım işyerine de yansımıştı bu sonbahar durağanlığı. Mutfağa gidip bir çay koydum kendime. İçerisi gayet sıcaktı biliyorum ama üşüyordum. İnce belli çay bardağını avuçlarımın arasında sıkı sıkı sararak pencere kenarındaki boş sandalyeye oturdum. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Karşı sokağın ıssızlığını hissettim bir an içimde. Şöyle bir ürperdim, üşüdüğümden mi, yoksa dışardaki ıssızlıktan mı, bilemiyorum. Sonbaharı çok seviyorum ama daha kış bile gelmeden yazı özlediğimi hissettim, yağmur, damla damla pencereden süzülürken. Uzun gündüzlere olan bir özlemdi belki benimkisi. Gece yalnızlıklarıma ve daha uzun süren uykusuz gecelerime bir son umudu ya da...

Dışarıda yağan şiddetli yağmura, sokağın ıssızlığına, dökülen yaprakları ile çıplak bir yalnızlığa bürünen ağaçlara dalmışken dakikalardır hiçbir şey ama hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim. Elimdeki bardak soğumuş, çayım çoktan bitmişti. İşyerindeki arkadaşların diyalogları ise birer uğultu gibi yankılanıyordu kulaklarımda. İşte o an sadece kendisine tarihi soran stajer arkadaşa, “bugün ayın yirmisi” diyen arkadaşım Zelal'in sesi manalı bir cümle olarak ses buldu bende. Kendi kendime tekrarlamaya başladım : “Bugün ayın yirmisi, ayın yirmisi...”

Tam 3 ay olmuştu demek ki. Yaz aylarının en yakıcı günlerinden biriydi ve sevgilimin “seni neyim olarak getireceğim ki buralara?” cümlesi beni o sıcak yaz güneşinden çok daha fazla boğmuştu. Günlerce hatta haftalarca sanki sevgilimin bu cümlesi kahvaltıda, otobüste, işyerinde, uykuda beni takip etmişti. Birlikte uyuduğumuz, kana kana su içermiş gibi öpüştüğümüz, sakin bir liman bulmuşçasına sarıldığımız anlarda neyi, kimiydim ben onun? İşte buna ne bir cevabım vardı ne de artık ona soracak gücüm... İçimdeki yalnızlık, günlerdir süren uykusuzluk, en sevdiğim yemeklerin bile boğazımda düğümlenmesi geldi aklıma ve “Ben hangi ara bu kadar tutuldum bu adama yaaa?” cümlesi döküldü dudaklarımdan. Fısıldadığımı sanıyordum ama meğerse içimdeki tüm birikmiş suskunluğumla söylemişim ki Zelal, “ben biliyorum galiba” diyerek dokundu arkadan. Bir sandalye çekti ve yanıma oturdu. “Ne araymış söyle bakalım” dedim. “İçinde yarattığın cennetin yanında hep bir cehennem de yarattın aslında. Senin cümlen değil mi bu Elvan?”

Hatırlıyorum ama ne zaman, ne için, nerede söylemiştim ben bu cümleyi Zelal'e, bilmiyorum. Cevabımı beklemedi. “Sabahları sana günaydın diyerek telefon açmasını, sesinin coşkusunu, sana takılmasını, uykusuz kaldığında erken yatmanı söylemesi bile sende bir cennet yaratmadı mı? Tıpkı geç yazdığı bir mesajda, ulaşamadığı kadına olan aşkındaki hayal kırıklığını anlattığında, her sorularına karşı sessizliğinde kendi kendine yarattığın cehennem gibi... Ne cennet gerçek bir cennetti ne de cehennem. Ama işte sen bu birbirine o kadar yakın olan hisleri cennet ve cehennem kadar uzaklaştırdıkça, bağlandın o adama... Sen yarattın içinde. Ve kopamadın...”
Bir süre ikimiz de sanki birbirimizi tanımıyormuş gibi sessizce yere baktık. Saniyeler sürse de saatler sürmüş gibi uzun gelmişti bu suskunluğumuz. Zelal'in eli omzuma değdiğinde uyandım sanki. Kelimeler ardarda dökülmeye başladı dudaklarımdan : “Sevmeyi sadece güzel bir ses tonunda, sabah günaydınında, şakalaşmada bulmak ve aramak çok değil ama... İşte bu kadar safça ve beklentisiz sevdim ben bu adamı. Biliyorum hep sevemeyecek belki umutsuzluğu da vardı içimde. Çünkü korkuyordum ve bu korkumdu ona yeniden bağlanışım, ses tonundan umutlanışım. Anlıyor musun?”

Bu kez suskunluğumuz çok daha uzun sürdü. İlk ben kalktım pencere kenarından ve kulaklığımı takıp, müziğin dinginliğine bıraktım kendimi. Daha sabahtı ve ben çok yorgundum, üç ay sonra bile...

***

Aramızda bazı şeylerin hatta bir çok şeyin kopmasının başlangıcından sonra geçen üç ayın farkında mıydı yoksa bir tesadüf müydü bugün beni aramasının sebebi bilmiyordum. Akşam olmak üzereydi ve telefon ısrarla çalıyordu. Telefonuma gerçek ismini değil çocukluk arkadaşları ile ailesinin ona seslendiği ismi kaydetmiştim. O koca adamı küçük bir çocuk gibi sevmemin sebebi de biraz buydu belki. Memo diye seslenilen koca bir adamı seviyordum... Telefonu açtığımda sesi çok yakın geliyordu. Sanki işyerinin kapısındayım diyecek sandım ve bu duygu bile beni çok heyecanlandırdı. Ondan ayrılmama sebep olan ve aylardır her anımda peşimi bırakmayan cümleyi ise çoktan unutmuştum. Yok hala çok uzaklardaydı. Ama yakında geleceğini söylediğinde neden bu kadar umutlandığımı açıklayamıyordum kendime. Ne yaptığımı sorduğunda, sabah yağmurun yağdığını, pencere kenarında dakikalarca onu düşündüğümü, Zelal'e söylediklerimi, çalışırken onun çok sevdiği türküyü defalarca dinlediğimi, öğle yemeğinde bıyıklı adamı ona benzettiğimi hiçbirini söyleyemedim. “Hiiiiç” denen anlamsız cevabı verebildim sadece. “Gelince görüşmek isterim, tabi sen de istersen?” dediğinde ise “tabi, tabi isterim.” diyerek heyecanımı gizleyemedim. “İyi olur” diye de ekledim.

Telefonu kapattığımda yan masada oturan Zelal ile gözgöze geldik. Bir suç işlemişim gibi manalı bakıyordu. Hiçbir şey sormadı. Bakışları ile ne demek istediğini anlamıştım. Daha akşamın ilk saatleri olmasına rağmen hava zifiri karanlığa bürünmüştü. Bu karanlık, sonbaharın kışa evrildiğinin de habercisiydi. Zelal'e dönüp, “hadi, gitme vakti geldi” dedim. Birkaç dakika sonra vapur iskelesine yürüyorduk birlikte. Sormayacağını biliyordum, o yüzden ben anlatmaya başladım. “Biliyorum, yine baştan başlayacağımı ve üzüleceğimi düşünüyorsun. Haklısın belki ama bu ilişkinin bir yara olarak kalmasını istemiyorum. Bir yerde okumuştum. Geçmiş, geçmişse izdir, geçmemişse yaradır. İşte bu yüzden görüşmek istiyorum. Konuşmak istiyorum. Yara hala kabuk bağlamadı Zelal. Kaçarak da kabuk bağlamayacak.” Daha konuşmam bitmemişti ki araya girdi : “Görüşerek mi iyileşeceksin peki?” “Ben iyileşmeye çalışmıyorum ki. Ne yaparsam yapayım, bir iz kalacak çünkü, biliyorum. Ama ondan kaçarak yaram kabuk bağlamayacak, bir ize dönüşmeyecek, görüyorum. Belkinin umudu sadece benimkisi...”

Zelal, belki de ne söylese beni ikna edemeyeceğini bildiğinden, “hadi koş, vapuru kaçıracağız” dediğinde sanki yaramın üstüne basa basa onu yok edeceğime inanarak daha hızlı koşmaya başladım.


z.e.

Fotoğraf : Ocak 2010 / Uludağ