29 Haziran 2012 Cuma

Rüya


Rüya...



Tren istasyonunun en uç banklarına oturup sırtımı duvara yasladım. Tabiki Haziran sıcağında oturduğum yer ılık rüzgarın estiği bir gölgelikti. Karşımda sıra sıra kavak ağaçlarının salındığı ıssız istasyonda, trenin yaratacağı gürültüye kadar gözlerimi bir açıp bir kapadım, öğlen üzeri uykusu çökmüştü gözlerime...

Gözlerimi bir açıyor, bir kapıyor, bir açıyordum. Ilık rüzgar, trenin bir an önce gelmesi isteğimi uzatıyordu. Bu dinginliği bir daha bulabileceğim bir İstanbul mekanı kimbilir ne kadar uzaktı? Gözlerim kapanıyor, açılmıyordu bir süre sonra... Çevremde olan bitene kayıtlı, sağıma soluma alttan alta bir bakış atma rahatsızlığım olmasa hiç açılmayacaktı gözlerim ya, neyse...

Tren gelmiyordu. Yeni gitmiş olmalıydı ben ıssız istasyona geldiğimde. Tabi ya kimsecikler yoktu ortalıkta. Karşımda salınan kavak ağaçlarına daldım, gözlerimi açık bıraktığım kısa bir an. Rüya görmüştüm. Ama dalmamıştım ki? Yoksa dün ya da ertesi gün gördüğüm rüyayı mı anımsadım ansızın? Ne zaman gördüğümüm önemi yoktu aslında. Çünkü gördüğüm rüya o kadar netti ki! Sanki az önce yaşamış da yanımdan gitmişti, aşık olduğum kadın... Rüyada onun evindeydim. Yalnız mıydık? Bilmiyorum. Ama orada uyuyordum sanki. Yok yok, yanımda değildi ben uyurken. Gerçek hayatta ona ne kadar uzaksam, rüya da o kadar gerçekti. Misafir odasında uyuyordum sanırım. Ya da çocuk odasıydı belki de orası. Yoksa onun yatak odası olabilir miydi? Onunla uyuyamasam da yastığına, çarşaflarına sinen kokuyla, bu yabancı yerde huzurlu bir uykuya dalmış olabilir miydim? Rüya işte, bu kadar sorunun anlamı yokki.

Gözlerimi tekrar kapattım. Bir refleksti bu belki de, yeniden onu rüyamda görme isteğimden kaynaklanan. Onu rüyamda görmemin içimde koparttığı fırtınayı dindirmem gerektiğini bilmeme rağmen, kapadım gözlerimi. Ahhhh, ismi kelime olarak hiçbir şey ifade etmeyen ama soyadı ile birlikte söylendiğinde kulakta şiir tınısı bırakan kadın, senden kaçtıkça sana çıkıyor tüm yollarım ama bunu sen bilmiyorsun...

İşte birkaç şey daha anımsadım. Beni alıp karanlık bir yerlere götürüyorsun. Ansızın, “Buzlu bardakta bir öğlen birası alayım” diyorum. Anlam veremiyorsun, belki de sıcakta damağımın kurumasına veriyorsun ve yürümeye devam ediyorsun. Apartmanının merdivenleri ya da işyerin burası. Tabi ya bir zamanlar aynı yerlere ayak basıyorduk. Ama ben bu karanlık merdivenleri tanımıyorum ki! Komik, daha nice tanımsız an varken bu rüyada bilinmedik tek yer bu merdivenler degil ki! İniyoruz sonunda ama sanki çıkmışız gibi. Aşağılara inince hiç gökyüzü yakınlaşır mı? Dışarıda bir gökyüzü var ama demir parmaklıklar ardında. Sigara tüttüren birkaç kişi ve biz ordayız. Ben hala şaşkınım, “Nereye geldik?” sorusuyla... “Neden geldik?” şaşkınlığını yaşamam gerekirken. Sonunda duruyoruz, durmak zorunda kaldığımız son basamakta. Birinden kaçıyor olsak, çıkmaz sokaktayız. Bir yere gidiyor olsak, son durakta. Meraklı değil, daha çok huzursuzum. Ya son durakta ya da karanlık bir çıkmazda aşık olduğum ama ulaşamadığım kadınla olmak her şeye rağmen umutlandırmıyor beni. Rüyada, rüya gördüğümün de bilincinde olamam ki! Sanırım ona ulaşamayacak olmanın amansız kabulü bu yaşadığım. “Neden geldik buraya?” diyorum. “Sus” diyor. Göğsüme dokunuyor usulca, teselli eder, sakinleştirir bir edayla. Dokunmasının ne kadar derin olduğunu ama bir o kadar da gerçek olmadığını işte o an anlıyorum. Tüylerim ürperirken gözlerimi açtığımda, karşımda sırıtan bir gencin, “Abi öğlen birasını tazeleyeyim mi?” sorusu ile karşılaşıyorum. Masamda buzları çözülmüş, boş bira bardağı ve aldığım onca yolu düşünüyorum, ikinci birayı isterken. Tren hangi ara gelmiş, o kadar yolu aşıp Nevizade’de öğlen birası içmeye ne zaman başlamışım, onu hiç hatırlamıyorum...



z.e.

Fotoğraf : Sapanca / Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder