İstanbul’lu olup köyde
yaşayabilmenin birçok güzelliğinden biri de akşam köye dönüş yolculuğuydu. Gün
içinde kulağımın içinde yankılanan tüm kirliliğin dinginleştigi köye adım atar
atmaz, başka bir dünya başlardı benim için. Filmlerde gördüğümüz o, akşam iş çıkışında
bir bira devirip eve gitmenin bendeki tezahürüydü, köy kahvesinde içtiğim bir bardak
demli çay...
Çatalca’dan köye giden
minibüse doğru yürüyordum. Ortak noktaları yakaladığım için umutlandığım, benim
için bir ışık olan Elvan ile buluşmuştum. Beşiktaş’lı olduğunu, hikayeler yazdığını,
hayata soldan baktığını, bugün ögrenmiştim. Bugün içimi kaplayan umudun sebebi
sadece bunlar değildi. Beni gerçekten çok sevdiğini hissettim bugün. Arayışı
olan bir sevgi beklentisi değildi ondaki. Olgunlaşan bir sevginin aşka dönüşme
heyecanıydı yaşadığı. Tek korkum gerisinde kalmak olacaktı. O böyle hızlı
adımlarla koşarken eksik kalmam, ilişkiyi de eksik bırakacaktı, biliyorum. Oysa
bir yandan bir yanımı tamir etmeye çalışırken, bir yandan da o hıza erişemezdim.
Eksik bir koşu beni nefessiz bırakacaktı.
Minibüs durağına yaklaşırken tanıdık bir yüz, Şoför İbrahim Abi oldu önce. Selamlaştık. İşi sordu, hala bulamadığımı söyledim. “Olsun be Yılmaz, bulursun” dedi, sırtıma dokunarak. İşte köyün bu umutlu merhabasını seviyordum. En umutsuz anında sana yoldaş olan yolculuğunu seviyordum. Yolun yarısına dayanan yaşıma rağmen, her kaçış anımda ayaklarımın beni getirdiği yer, hep doğduğum köy olmuştu. Askerlikten kaçarken, işsiz kalırken, sevgilimden ayrılırken... Köye her dönüşüm bir kaçıştı aslında.
Selamlaşmamız bittikten
sonra minibüse doğru ilk adımımı attığımda İbrahim Abi seslendi arkamdan : “Yılmaz, cebindeki biletler düşecek, dikkat
et!” Elimi arka cebime atarken
İbrahim Abi’nin neden bahsettiğini hala anlamamıştım. Cebimdekileri çıkardığım
an, minibüsün iki basamaklı merdivenini bile çıkamayacak kadar ağırlaşmıştım. “Dedemin İnsanları” yazıyordu biletlerin
üstünde, birkaç ay önce, akşam sekiz seansına iki kişilik biletti. Son umudumdu
bu biletler, son çırpınışım, son kurşunum. Önce “çok iyi olur, çok oldu hem görüşmeyeli” demişti ben, “sinemaya
gidelim mi?” diye aradığımda. İş çıkışlarındaki bir saatlik sohbetler, attığım
mesajlar, şiirler, arkadaş ortamındaki kaçamak bakışlarım fayda etmeyecekti.
Mesaja cevap yazmayacak, gözlerini bakışlarımdam kaçıracak, şiiri “aaaa ne güzelmiş” yalancı tepkisiyle karşılayacak kaçamaklara
fırsatı olmamalıydı. Sinemanın karanlığında gözlerinde bir umut kırıntısı görmem
yetecekti belki de. Hele bir de Çağan Irmak hikayesi, omuza düşen bir saç teli etkisi
yaratabilirdi.
Biletleri alıp işyerine
giderek kaçamak cevaplar vermesini engelleyecektim. Elimde biletlerle çalıştığı
işyerinde masasına yanaştım. Keşke başını kaldırıp bana hiç bakmasaydı o an. Çaresizliğimin
dip anıydı. Aşk, pişmanlıklar barındırır, gurur çöplüğünün büyüklüğü kadar. Aşkın
gurur çöplüğü taşmıştı o an. “Ben seninle sinemaya gelemem ki” bakışlarını
çok iyi tanımıştım. Biletler alınmamış olsa kaçmak kolay olurdu belki Hülya
için. Önünde çift kişilik bilet durunca çaresiz reddediş yansımıştı Hülya’nın yüzüne.
O an hissettiğim bu bakışa rağmen gurur çöplüğünü görmezden geldim yine. “Dolarsa dolsundu beee!!!” Cevabı belli teklifin, reddi açık ısrarın beni
götüreceği yer, köy meydanında yalnız erkeklerden kurulu rakı sofrası olacaktı
tabiki.
Ertesi gün, günboyu
uyanamayacak kadar kadar çok mu içmiştim, yoksa uyanmak istemeyecek kadar
kendimi çaresiz mi hissediyordum? Sanırım her ikisi birdendi uyanamamamın
sebebi. Son görüşümdü onu, eksik kalan biletlerimle. Demek ki o günden bu yana
bir daha giymediğim pantolonumun arka cebine saklamıştım tüm umudumu. Gişedeki görevlinin
bir yanını yırtamadığı ama ona rağmen her yanı eksik kalan biletler hala
elimdeydi. Neden yırtıp atmamış ya da masasında öylece bırakmamıştım? Hala gurur
çöplüğüne atacak beklentilerim vardı belki de.
Minibüsün en arkasında başımı
cama yaslamış halimden beni yüksek bir nara aldı. “Abi selamımızı da almıyorsun artık” diye sesleniyordu kahveden Faruk.
“Yok be dalmışım.” dedim. Akşamki maçtan
bahsediyordu ama ben maçın kaç kaç bittiğini bile bilmiyordum. Minibüs hareket
edince o da tutanacak bir yer ararken vazgeçti benden.
Minibüsün gürültüyle
hareketi, içimde kopan fırtınaların yolculara yansımasını engelleyecekti bir süre. Nerdeyse benimle yaşıt bu minibüs, kaç farklı
halimi taşımıştı kaçış sokaklarıma. İbrahim Abi yıllardır kıvrımlarını,
onarılmaz çukurlarını, tatlı virajlarını ezberlediği bu yolda, lisedeki bıçkın
beni, üniversiteye ilk gidiş heyecanımı, gözaltına alındığım 1 Mayıs gününden
sonraki eve dönüş yaralarımı, askere giderkenki çaresizliğimi, işsizliğimi, ilk
aşkımı, her mutlu mutsuz halimi taşımıştı. Bugünse büyük bir çaresizlikti,
İbrahim Abi’nin 85 model Magirusu ile taşıdığı yük.
Bazen saniyelerin geçmek
bilmez tek tek tıkırtısı kadar ağır, bazen uykuya dalıp saatlerin nasıl geçtiğini
fark edemeyecek kadar hızlı akan yolculuklardan ağır olanıydı bu kez.
Minibüsten indigimde Faruk bekliyordu beni kapıda. “Gel Yılmaz Abi, bira içelim istersen?” dediginde, Faruk’a
anlatmaya karar verdim yaşadığım gelgiti. Aramızdaki 4 yaşa değil, bana olan
saygısınaydı “abi” deyişi. İkinci
biraları açınca, her aşk muhabbetini dinleyenlerin mantıklı açıklamalarını yaptı
Faruk. “Abi ne güzel işte, o kadar ortak
yanınızı varken Elvan ile, derdin ne? Sana her fırsatta “hayır” diyen, küçücük
( bunu söylerken tırnak ucunu gösteriyordu) bir umut bile vermeyen Hülya’dan
hala bir beklentin mi var abi? Aşk seni hala Hülya’ya sürükleyebilir ama
yaşadığın aşk olmaktan öteye geçince sürüklenecek bir umudun da olmayacak ki!
Onun ne okuduğunu, ne dinlediğini, ne düşündüğünü bile bilmiyorken aşk diye
tutturduğun sadece içinde kurduğun beklentiler. Ve anlattığın Hülya’da benim
gördüğüm ve senin görmek istemediğin, beklentilerinin hiçbirinde Hülya’yı
bulamacaksın... Yanınılıyor muyum Abi? Elvan’da seni durultacak, seni yeniden
uyandıracak, birlikte hareket edecek bir sevgi var, Hülya’da ise dopdolu
beklentilerin, bomboş cevapları... Hadi içelim.” dedi ve şişeleri
tokuşturarak kafamıza diktik biraları.
Faruk’a hiçbir cevap
vermedim. Tek tek kelimeleri birer tokattı benim için. Tek anlamadığı ve benim
ona asla anlatamayacağım şey, aşktı. Hiç aşık olduğunu görmemiş, sevgilisi dahi
olmamış, kendince bu ihtiyacını da Silivri’deki karanlık otellerde, genç kadınlarla
karşılayan Faruk’a bunu anlatamazdım.
Eve gittiğimde babam pencerenin
önünde tek başına oturmuş, sardığı sigarasını içiyordu. Çektiği her nefes bir
sigara tellendirmesi değil de bir iç çekişti sanki. Pencerenin dibinde yanıbaşına
oturdum. Annem ablama gitmişti yine. İki koca yalnızdık bu akşam yine. Bu akşam
da küçük dükkanımıza gidip birer buçuk köfte yiyecektik, sermayeden. “Biriktirdiklerimizi değil, yine
beklentilerimizi tüketeceğiz değil mi?” diyecektim ki cep telefonuma mesaj
düştü. Elvandı ama Hülya olsun diye atmıştım elimi cebime. Beni şimdiden özlediğini
yazmıştı. Hülya’dan gelmesini umduğum, özlendiğimi okuduğum bir mesajdı. Babam,
“hadi ben dükkana gidiyorum, köfteleri
atıyorum, gecikme” derken, onu dinlediğimden değil, ne diyeceğini bilmemin
ezberiyle “tamam tamam” diye
cevapladim. Elvan’a mesaj yazdım, bir kez daha okurken alıcılar kısmına
Hülya’yı da ekleyip gönderdim mesajı: “İstediğim
seni özlemek değil, yaşayacak kadar yakın hissetmek. Ne zaman mı olur bu?
Bilmem, senin de bildigini sanmıyorum ki.”
Evin kapısını kapattığımda
belki de sadece eve degil yaşama ihtimalim olan bir sevgiye ve yaşayamayacağım
bir aşka da kapatmıştım kapıyı. Kuşların cıvıltısı bile tahammül edemeyeceğim
bir sesti. Köfteciye değil, köyün aşağısındaki top sahasına gittim. Birkaç bira
ve yarım paket sigaram vardı sadece.
z.e.
Fotoğraf :
Çatalca / Mayıs 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder