23 Kasım 2012 Cuma

Geçmiş, iz, yara...

Geçmiş, iz, yara...

Sonbaharın gri yüzü ile birlikte gündüz karanlığı çökmüştü şehrin üzerine. Sabah sabah çalıştığım işyerine de yansımıştı bu sonbahar durağanlığı. Mutfağa gidip bir çay koydum kendime. İçerisi gayet sıcaktı biliyorum ama üşüyordum. İnce belli çay bardağını avuçlarımın arasında sıkı sıkı sararak pencere kenarındaki boş sandalyeye oturdum. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Karşı sokağın ıssızlığını hissettim bir an içimde. Şöyle bir ürperdim, üşüdüğümden mi, yoksa dışardaki ıssızlıktan mı, bilemiyorum. Sonbaharı çok seviyorum ama daha kış bile gelmeden yazı özlediğimi hissettim, yağmur, damla damla pencereden süzülürken. Uzun gündüzlere olan bir özlemdi belki benimkisi. Gece yalnızlıklarıma ve daha uzun süren uykusuz gecelerime bir son umudu ya da...

Dışarıda yağan şiddetli yağmura, sokağın ıssızlığına, dökülen yaprakları ile çıplak bir yalnızlığa bürünen ağaçlara dalmışken dakikalardır hiçbir şey ama hiçbir şey düşünmediğimi fark ettim. Elimdeki bardak soğumuş, çayım çoktan bitmişti. İşyerindeki arkadaşların diyalogları ise birer uğultu gibi yankılanıyordu kulaklarımda. İşte o an sadece kendisine tarihi soran stajer arkadaşa, “bugün ayın yirmisi” diyen arkadaşım Zelal'in sesi manalı bir cümle olarak ses buldu bende. Kendi kendime tekrarlamaya başladım : “Bugün ayın yirmisi, ayın yirmisi...”

Tam 3 ay olmuştu demek ki. Yaz aylarının en yakıcı günlerinden biriydi ve sevgilimin “seni neyim olarak getireceğim ki buralara?” cümlesi beni o sıcak yaz güneşinden çok daha fazla boğmuştu. Günlerce hatta haftalarca sanki sevgilimin bu cümlesi kahvaltıda, otobüste, işyerinde, uykuda beni takip etmişti. Birlikte uyuduğumuz, kana kana su içermiş gibi öpüştüğümüz, sakin bir liman bulmuşçasına sarıldığımız anlarda neyi, kimiydim ben onun? İşte buna ne bir cevabım vardı ne de artık ona soracak gücüm... İçimdeki yalnızlık, günlerdir süren uykusuzluk, en sevdiğim yemeklerin bile boğazımda düğümlenmesi geldi aklıma ve “Ben hangi ara bu kadar tutuldum bu adama yaaa?” cümlesi döküldü dudaklarımdan. Fısıldadığımı sanıyordum ama meğerse içimdeki tüm birikmiş suskunluğumla söylemişim ki Zelal, “ben biliyorum galiba” diyerek dokundu arkadan. Bir sandalye çekti ve yanıma oturdu. “Ne araymış söyle bakalım” dedim. “İçinde yarattığın cennetin yanında hep bir cehennem de yarattın aslında. Senin cümlen değil mi bu Elvan?”

Hatırlıyorum ama ne zaman, ne için, nerede söylemiştim ben bu cümleyi Zelal'e, bilmiyorum. Cevabımı beklemedi. “Sabahları sana günaydın diyerek telefon açmasını, sesinin coşkusunu, sana takılmasını, uykusuz kaldığında erken yatmanı söylemesi bile sende bir cennet yaratmadı mı? Tıpkı geç yazdığı bir mesajda, ulaşamadığı kadına olan aşkındaki hayal kırıklığını anlattığında, her sorularına karşı sessizliğinde kendi kendine yarattığın cehennem gibi... Ne cennet gerçek bir cennetti ne de cehennem. Ama işte sen bu birbirine o kadar yakın olan hisleri cennet ve cehennem kadar uzaklaştırdıkça, bağlandın o adama... Sen yarattın içinde. Ve kopamadın...”
Bir süre ikimiz de sanki birbirimizi tanımıyormuş gibi sessizce yere baktık. Saniyeler sürse de saatler sürmüş gibi uzun gelmişti bu suskunluğumuz. Zelal'in eli omzuma değdiğinde uyandım sanki. Kelimeler ardarda dökülmeye başladı dudaklarımdan : “Sevmeyi sadece güzel bir ses tonunda, sabah günaydınında, şakalaşmada bulmak ve aramak çok değil ama... İşte bu kadar safça ve beklentisiz sevdim ben bu adamı. Biliyorum hep sevemeyecek belki umutsuzluğu da vardı içimde. Çünkü korkuyordum ve bu korkumdu ona yeniden bağlanışım, ses tonundan umutlanışım. Anlıyor musun?”

Bu kez suskunluğumuz çok daha uzun sürdü. İlk ben kalktım pencere kenarından ve kulaklığımı takıp, müziğin dinginliğine bıraktım kendimi. Daha sabahtı ve ben çok yorgundum, üç ay sonra bile...

***

Aramızda bazı şeylerin hatta bir çok şeyin kopmasının başlangıcından sonra geçen üç ayın farkında mıydı yoksa bir tesadüf müydü bugün beni aramasının sebebi bilmiyordum. Akşam olmak üzereydi ve telefon ısrarla çalıyordu. Telefonuma gerçek ismini değil çocukluk arkadaşları ile ailesinin ona seslendiği ismi kaydetmiştim. O koca adamı küçük bir çocuk gibi sevmemin sebebi de biraz buydu belki. Memo diye seslenilen koca bir adamı seviyordum... Telefonu açtığımda sesi çok yakın geliyordu. Sanki işyerinin kapısındayım diyecek sandım ve bu duygu bile beni çok heyecanlandırdı. Ondan ayrılmama sebep olan ve aylardır her anımda peşimi bırakmayan cümleyi ise çoktan unutmuştum. Yok hala çok uzaklardaydı. Ama yakında geleceğini söylediğinde neden bu kadar umutlandığımı açıklayamıyordum kendime. Ne yaptığımı sorduğunda, sabah yağmurun yağdığını, pencere kenarında dakikalarca onu düşündüğümü, Zelal'e söylediklerimi, çalışırken onun çok sevdiği türküyü defalarca dinlediğimi, öğle yemeğinde bıyıklı adamı ona benzettiğimi hiçbirini söyleyemedim. “Hiiiiç” denen anlamsız cevabı verebildim sadece. “Gelince görüşmek isterim, tabi sen de istersen?” dediğinde ise “tabi, tabi isterim.” diyerek heyecanımı gizleyemedim. “İyi olur” diye de ekledim.

Telefonu kapattığımda yan masada oturan Zelal ile gözgöze geldik. Bir suç işlemişim gibi manalı bakıyordu. Hiçbir şey sormadı. Bakışları ile ne demek istediğini anlamıştım. Daha akşamın ilk saatleri olmasına rağmen hava zifiri karanlığa bürünmüştü. Bu karanlık, sonbaharın kışa evrildiğinin de habercisiydi. Zelal'e dönüp, “hadi, gitme vakti geldi” dedim. Birkaç dakika sonra vapur iskelesine yürüyorduk birlikte. Sormayacağını biliyordum, o yüzden ben anlatmaya başladım. “Biliyorum, yine baştan başlayacağımı ve üzüleceğimi düşünüyorsun. Haklısın belki ama bu ilişkinin bir yara olarak kalmasını istemiyorum. Bir yerde okumuştum. Geçmiş, geçmişse izdir, geçmemişse yaradır. İşte bu yüzden görüşmek istiyorum. Konuşmak istiyorum. Yara hala kabuk bağlamadı Zelal. Kaçarak da kabuk bağlamayacak.” Daha konuşmam bitmemişti ki araya girdi : “Görüşerek mi iyileşeceksin peki?” “Ben iyileşmeye çalışmıyorum ki. Ne yaparsam yapayım, bir iz kalacak çünkü, biliyorum. Ama ondan kaçarak yaram kabuk bağlamayacak, bir ize dönüşmeyecek, görüyorum. Belkinin umudu sadece benimkisi...”

Zelal, belki de ne söylese beni ikna edemeyeceğini bildiğinden, “hadi koş, vapuru kaçıracağız” dediğinde sanki yaramın üstüne basa basa onu yok edeceğime inanarak daha hızlı koşmaya başladım.


z.e.

Fotoğraf : Ocak 2010 / Uludağ



5 Ağustos 2012 Pazar

Açık Kapı




Açık Kapı

Ansızın yanımda bitiverdi. Elimdeki gazeteye dalmışken, ayaklarını fark ettim önce. Başımı ağır ağır kaldırınca beni tanıyormuş ya da bana bir şey söyleyecekmiş gibi bakan o kadını fark ettim. Tanımıyordum, o da tanımıyordu belli ki. Çok da etkileyici bir güzelliği de yoktu ilk bakışta vurulacak... Ama kapım açıktı. Ona “gel” diyen yoktu ama kapı ardına kadar açıktı. Aradığım o değildi belki. Aradığım bir şey ya da kişi mi vardı? Bilmem!
Sanırım telefonumun çalmasını, yanıbaşımda biten bir “merhaba” nidasını, elimdeki gazeteden başımı kaldırmaya fırsat bulamadan yanağıma değen bir öpücüğü, uzun zamandır görmediğim bir dostun saçlarıma dokunup “ben geldim” demesini ya da yanımdan geçecek ve beni peşinden sürükleyecek güzel bir kokuyu bekliyordum.

Gözlerimdeki cevapsız soruları gördüğünden mi, yoksa bir arkadaşına benzetip yanıldığından mı bilmiyorum, kadın ağır adımlarla geldiği gibi gitti.

Ama benim kapım hala açıktı.

z.e.


Fotoğraf : Haziran 2012 / Eski Datça

29 Haziran 2012 Cuma

Rüya


Rüya...



Tren istasyonunun en uç banklarına oturup sırtımı duvara yasladım. Tabiki Haziran sıcağında oturduğum yer ılık rüzgarın estiği bir gölgelikti. Karşımda sıra sıra kavak ağaçlarının salındığı ıssız istasyonda, trenin yaratacağı gürültüye kadar gözlerimi bir açıp bir kapadım, öğlen üzeri uykusu çökmüştü gözlerime...

Gözlerimi bir açıyor, bir kapıyor, bir açıyordum. Ilık rüzgar, trenin bir an önce gelmesi isteğimi uzatıyordu. Bu dinginliği bir daha bulabileceğim bir İstanbul mekanı kimbilir ne kadar uzaktı? Gözlerim kapanıyor, açılmıyordu bir süre sonra... Çevremde olan bitene kayıtlı, sağıma soluma alttan alta bir bakış atma rahatsızlığım olmasa hiç açılmayacaktı gözlerim ya, neyse...

Tren gelmiyordu. Yeni gitmiş olmalıydı ben ıssız istasyona geldiğimde. Tabi ya kimsecikler yoktu ortalıkta. Karşımda salınan kavak ağaçlarına daldım, gözlerimi açık bıraktığım kısa bir an. Rüya görmüştüm. Ama dalmamıştım ki? Yoksa dün ya da ertesi gün gördüğüm rüyayı mı anımsadım ansızın? Ne zaman gördüğümüm önemi yoktu aslında. Çünkü gördüğüm rüya o kadar netti ki! Sanki az önce yaşamış da yanımdan gitmişti, aşık olduğum kadın... Rüyada onun evindeydim. Yalnız mıydık? Bilmiyorum. Ama orada uyuyordum sanki. Yok yok, yanımda değildi ben uyurken. Gerçek hayatta ona ne kadar uzaksam, rüya da o kadar gerçekti. Misafir odasında uyuyordum sanırım. Ya da çocuk odasıydı belki de orası. Yoksa onun yatak odası olabilir miydi? Onunla uyuyamasam da yastığına, çarşaflarına sinen kokuyla, bu yabancı yerde huzurlu bir uykuya dalmış olabilir miydim? Rüya işte, bu kadar sorunun anlamı yokki.

Gözlerimi tekrar kapattım. Bir refleksti bu belki de, yeniden onu rüyamda görme isteğimden kaynaklanan. Onu rüyamda görmemin içimde koparttığı fırtınayı dindirmem gerektiğini bilmeme rağmen, kapadım gözlerimi. Ahhhh, ismi kelime olarak hiçbir şey ifade etmeyen ama soyadı ile birlikte söylendiğinde kulakta şiir tınısı bırakan kadın, senden kaçtıkça sana çıkıyor tüm yollarım ama bunu sen bilmiyorsun...

İşte birkaç şey daha anımsadım. Beni alıp karanlık bir yerlere götürüyorsun. Ansızın, “Buzlu bardakta bir öğlen birası alayım” diyorum. Anlam veremiyorsun, belki de sıcakta damağımın kurumasına veriyorsun ve yürümeye devam ediyorsun. Apartmanının merdivenleri ya da işyerin burası. Tabi ya bir zamanlar aynı yerlere ayak basıyorduk. Ama ben bu karanlık merdivenleri tanımıyorum ki! Komik, daha nice tanımsız an varken bu rüyada bilinmedik tek yer bu merdivenler degil ki! İniyoruz sonunda ama sanki çıkmışız gibi. Aşağılara inince hiç gökyüzü yakınlaşır mı? Dışarıda bir gökyüzü var ama demir parmaklıklar ardında. Sigara tüttüren birkaç kişi ve biz ordayız. Ben hala şaşkınım, “Nereye geldik?” sorusuyla... “Neden geldik?” şaşkınlığını yaşamam gerekirken. Sonunda duruyoruz, durmak zorunda kaldığımız son basamakta. Birinden kaçıyor olsak, çıkmaz sokaktayız. Bir yere gidiyor olsak, son durakta. Meraklı değil, daha çok huzursuzum. Ya son durakta ya da karanlık bir çıkmazda aşık olduğum ama ulaşamadığım kadınla olmak her şeye rağmen umutlandırmıyor beni. Rüyada, rüya gördüğümün de bilincinde olamam ki! Sanırım ona ulaşamayacak olmanın amansız kabulü bu yaşadığım. “Neden geldik buraya?” diyorum. “Sus” diyor. Göğsüme dokunuyor usulca, teselli eder, sakinleştirir bir edayla. Dokunmasının ne kadar derin olduğunu ama bir o kadar da gerçek olmadığını işte o an anlıyorum. Tüylerim ürperirken gözlerimi açtığımda, karşımda sırıtan bir gencin, “Abi öğlen birasını tazeleyeyim mi?” sorusu ile karşılaşıyorum. Masamda buzları çözülmüş, boş bira bardağı ve aldığım onca yolu düşünüyorum, ikinci birayı isterken. Tren hangi ara gelmiş, o kadar yolu aşıp Nevizade’de öğlen birası içmeye ne zaman başlamışım, onu hiç hatırlamıyorum...



z.e.

Fotoğraf : Sapanca / Nisan 2011

26 Haziran 2012 Salı

Eksik Biletler





İstanbul’lu olup köyde yaşayabilmenin birçok güzelliğinden biri de akşam köye dönüş yolculuğuydu. Gün içinde kulağımın içinde yankılanan tüm kirliliğin dinginleştigi köye adım atar atmaz, başka bir dünya başlardı benim için. Filmlerde gördüğümüz o, akşam iş çıkışında bir bira devirip eve gitmenin bendeki tezahürüydü, köy kahvesinde içtiğim bir bardak demli çay...

 İyileşiyordum sanki yavaş yavaş. Beni iyileştirecek birinin varlığıydı belki de bu umudumun sebebi. Yıllar sonra gönül vermenin ve taş gibi ağırlaşan bedenimde yeniden aşk kıvılcımları yaratan heyecanın solgunluğuna çare, köydeki yalnızlığım olacak diye düşünüyordum ama olmamıştı. Yalnızlığımın derinleşmesine bir ışık gerekti ve ışık olmayı vaadeden biri vardı artık yanımda. Ben o ışığın gölgesi olmayacaktım bu kez. Öyle umudediyordum, henüz yaralarımı kapatamasam da.

Çatalca’dan köye giden minibüse doğru yürüyordum. Ortak noktaları yakaladığım için umutlandığım, benim için bir ışık olan Elvan ile buluşmuştum. Beşiktaş’lı olduğunu, hikayeler yazdığını, hayata soldan baktığını, bugün ögrenmiştim. Bugün içimi kaplayan umudun sebebi sadece bunlar değildi. Beni gerçekten çok sevdiğini hissettim bugün. Arayışı olan bir sevgi beklentisi değildi ondaki. Olgunlaşan bir sevginin aşka dönüşme heyecanıydı yaşadığı. Tek korkum gerisinde kalmak olacaktı. O böyle hızlı adımlarla koşarken eksik kalmam, ilişkiyi de eksik bırakacaktı, biliyorum. Oysa bir yandan bir yanımı tamir etmeye çalışırken, bir yandan da o hıza erişemezdim. Eksik bir koşu beni nefessiz bırakacaktı.

Minibüs durağına yaklaşırken tanıdık bir yüz, Şoför İbrahim Abi oldu önce. Selamlaştık. İşi sordu, hala bulamadığımı söyledim. “Olsun be Yılmaz, bulursun” dedi, sırtıma dokunarak. İşte köyün bu umutlu merhabasını seviyordum. En umutsuz anında sana yoldaş olan yolculuğunu seviyordum. Yolun yarısına dayanan yaşıma rağmen, her kaçış anımda ayaklarımın beni getirdiği yer, hep doğduğum köy olmuştu. Askerlikten kaçarken, işsiz kalırken, sevgilimden ayrılırken... Köye her dönüşüm bir kaçıştı aslında.

Selamlaşmamız bittikten sonra minibüse doğru ilk adımımı attığımda İbrahim Abi seslendi arkamdan : “Yılmaz, cebindeki biletler düşecek, dikkat et!”  Elimi arka cebime atarken İbrahim Abi’nin neden bahsettiğini hala anlamamıştım. Cebimdekileri çıkardığım an, minibüsün iki basamaklı merdivenini bile çıkamayacak kadar ağırlaşmıştım. “Dedemin İnsanları” yazıyordu biletlerin üstünde, birkaç ay önce, akşam sekiz seansına iki kişilik biletti. Son umudumdu bu biletler, son çırpınışım, son kurşunum. Önce “çok iyi olur, çok oldu hem görüşmeyeli” demişti ben,       “sinemaya gidelim mi?” diye aradığımda. İş çıkışlarındaki bir saatlik sohbetler, attığım mesajlar, şiirler, arkadaş ortamındaki kaçamak bakışlarım fayda etmeyecekti. Mesaja cevap yazmayacak, gözlerini bakışlarımdam kaçıracak, şiiri “aaaa ne güzelmiş”  yalancı tepkisiyle karşılayacak kaçamaklara fırsatı olmamalıydı. Sinemanın karanlığında gözlerinde bir umut kırıntısı görmem yetecekti belki de. Hele bir de Çağan Irmak hikayesi, omuza düşen bir saç teli etkisi yaratabilirdi.

Biletleri alıp işyerine giderek kaçamak cevaplar vermesini engelleyecektim. Elimde biletlerle çalıştığı işyerinde masasına yanaştım. Keşke başını kaldırıp bana hiç bakmasaydı o an. Çaresizliğimin dip anıydı. Aşk, pişmanlıklar barındırır, gurur çöplüğünün büyüklüğü kadar. Aşkın gurur çöplüğü taşmıştı o an.  “Ben seninle sinemaya gelemem ki” bakışlarını çok iyi tanımıştım. Biletler alınmamış olsa kaçmak kolay olurdu belki Hülya için. Önünde çift kişilik bilet durunca çaresiz reddediş yansımıştı Hülya’nın yüzüne. O an hissettiğim bu bakışa rağmen gurur çöplüğünü görmezden geldim yine. “Dolarsa dolsundu beee!!!”  Cevabı belli teklifin, reddi açık ısrarın beni götüreceği yer, köy meydanında yalnız erkeklerden kurulu rakı sofrası olacaktı tabiki.

Ertesi gün, günboyu uyanamayacak kadar kadar çok mu içmiştim, yoksa uyanmak istemeyecek kadar kendimi çaresiz mi hissediyordum? Sanırım her ikisi birdendi uyanamamamın sebebi. Son görüşümdü onu, eksik kalan biletlerimle. Demek ki o günden bu yana bir daha giymediğim pantolonumun arka cebine saklamıştım tüm umudumu. Gişedeki görevlinin bir yanını yırtamadığı ama ona rağmen her yanı eksik kalan biletler hala elimdeydi. Neden yırtıp atmamış ya da masasında öylece bırakmamıştım? Hala gurur çöplüğüne atacak beklentilerim vardı belki de.

Minibüsün en arkasında başımı cama yaslamış halimden beni yüksek bir nara aldı. “Abi selamımızı da almıyorsun artık” diye sesleniyordu kahveden Faruk. “Yok be dalmışım.” dedim. Akşamki maçtan bahsediyordu ama ben maçın kaç kaç bittiğini bile bilmiyordum. Minibüs hareket edince o da tutanacak bir yer ararken vazgeçti benden.

Minibüsün gürültüyle hareketi, içimde kopan fırtınaların yolculara yansımasını engelleyecekti bir süre.  Nerdeyse benimle yaşıt bu minibüs, kaç farklı halimi taşımıştı kaçış sokaklarıma. İbrahim Abi yıllardır kıvrımlarını, onarılmaz çukurlarını, tatlı virajlarını ezberlediği bu yolda, lisedeki bıçkın beni, üniversiteye ilk gidiş heyecanımı, gözaltına alındığım 1 Mayıs gününden sonraki eve dönüş yaralarımı, askere giderkenki çaresizliğimi, işsizliğimi, ilk aşkımı, her mutlu mutsuz halimi taşımıştı. Bugünse büyük bir çaresizlikti, İbrahim Abi’nin 85 model Magirusu ile taşıdığı yük.

Bazen saniyelerin geçmek bilmez tek tek tıkırtısı kadar ağır, bazen uykuya dalıp saatlerin nasıl geçtiğini fark edemeyecek kadar hızlı akan yolculuklardan ağır olanıydı bu kez. Minibüsten indigimde Faruk bekliyordu beni kapıda. “Gel Yılmaz Abi, bira içelim istersen?” dediginde, Faruk’a anlatmaya karar verdim yaşadığım gelgiti. Aramızdaki 4 yaşa değil, bana olan saygısınaydı “abi” deyişi. İkinci biraları açınca, her aşk muhabbetini dinleyenlerin mantıklı açıklamalarını yaptı Faruk. “Abi ne güzel işte, o kadar ortak yanınızı varken Elvan ile, derdin ne? Sana her fırsatta “hayır” diyen, küçücük ( bunu söylerken tırnak ucunu gösteriyordu) bir umut bile vermeyen Hülya’dan hala bir beklentin mi var abi? Aşk seni hala Hülya’ya sürükleyebilir ama yaşadığın aşk olmaktan öteye geçince sürüklenecek bir umudun da olmayacak ki! Onun ne okuduğunu, ne dinlediğini, ne düşündüğünü bile bilmiyorken aşk diye tutturduğun sadece içinde kurduğun beklentiler. Ve anlattığın Hülya’da benim gördüğüm ve senin görmek istemediğin, beklentilerinin hiçbirinde Hülya’yı bulamacaksın... Yanınılıyor muyum Abi? Elvan’da seni durultacak, seni yeniden uyandıracak, birlikte hareket edecek bir sevgi var, Hülya’da ise dopdolu beklentilerin, bomboş cevapları... Hadi içelim.” dedi ve şişeleri tokuşturarak kafamıza diktik biraları.

Faruk’a hiçbir cevap vermedim. Tek tek kelimeleri birer tokattı benim için. Tek anlamadığı ve benim ona asla anlatamayacağım şey, aşktı. Hiç aşık olduğunu görmemiş, sevgilisi dahi olmamış, kendince bu ihtiyacını da Silivri’deki karanlık otellerde, genç kadınlarla karşılayan Faruk’a bunu anlatamazdım.

Eve gittiğimde babam pencerenin önünde tek başına oturmuş, sardığı sigarasını içiyordu. Çektiği her nefes bir sigara tellendirmesi değil de bir iç çekişti sanki. Pencerenin dibinde yanıbaşına oturdum. Annem ablama gitmişti yine. İki koca yalnızdık bu akşam yine. Bu akşam da küçük dükkanımıza gidip birer buçuk köfte yiyecektik, sermayeden. “Biriktirdiklerimizi değil, yine beklentilerimizi tüketeceğiz değil mi?” diyecektim ki cep telefonuma mesaj düştü. Elvandı ama Hülya olsun diye atmıştım elimi cebime. Beni şimdiden özlediğini yazmıştı. Hülya’dan gelmesini umduğum, özlendiğimi okuduğum bir mesajdı. Babam, “hadi ben dükkana gidiyorum, köfteleri atıyorum, gecikme” derken, onu dinlediğimden değil, ne diyeceğini bilmemin ezberiyle “tamam tamam” diye cevapladim. Elvan’a mesaj yazdım, bir kez daha okurken alıcılar kısmına Hülya’yı da ekleyip gönderdim mesajı: “İstediğim seni özlemek değil, yaşayacak kadar yakın hissetmek. Ne zaman mı olur bu? Bilmem, senin de bildigini sanmıyorum ki.”

Evin kapısını kapattığımda belki de sadece eve degil yaşama ihtimalim olan bir sevgiye ve yaşayamayacağım bir aşka da kapatmıştım kapıyı. Kuşların cıvıltısı bile tahammül edemeyeceğim bir sesti. Köfteciye değil, köyün aşağısındaki top sahasına gittim. Birkaç bira ve yarım paket sigaram vardı sadece.



z.e.


Fotoğraf : Çatalca / Mayıs 2009

8 Haziran 2012 Cuma

Fotoğraflar...




Çok mutlu görünüyorsun fotoğraflarda. Biliyorum fotoğraflar aldatır. Küçük bir gülümseme ile tüm gerçekleri örtmek mümkün. Bir arkadaşının doğumgününde, tatilde yemek yerken, sahilde çıplak ayak yürürken... Ne, çıplak ayak mı? Görmek isterdim o ayakların şeklini. İnan, bir kişilik tahlili yapacak kadar iyi tanırdım seni, ayaklarından, parmaklarından... O kadar yakını göstermiyor ki fotoğraflar. Fotoğrafı ne kadar yakınlaştırsam da nafile. Yanına yaklaşırken aramıza giren mesafe gibi, flulaşıyor detaylar... Sadece o gülümseyen fotoğraflarla yetinmek zorundayım. Farklı şehirlerde, farklı insanlarla verilmiş belki de yalancı pozlar... Yalancı olduğunu umduğum fotoğraf gülümsemeleri. Birkiüç çekiyorum. Cheeesseee. Şırrraakkk…

En son buluşacağımızda kısa bir mesaj göndermiştin. “Ben seni ararım..” derken, bunun bir kaçış olduğunu biliyordum. Ama yine de bekledim, arardın ve hiçbir şeyi değil de yolculuk dostluğunu bulurduk yine... Hala gülümseyen fotoğrafların düşüyordu, yalancı karelerin dünyasına. Yalancı değil miydi? Yanılmışım o zaman…

“Ben seni ararım” demiştin. Belki arayınca ben olacaktım bu kez cevapsız bir çağrı... Biliyorduk birbirimizden kaçtığımızı... Gözlerine bakacağım diye ürktüğünü... Başını omzuma dayacaksın diye korktuğumu... Kızmıyorum, sadece dostluğunu özlediğimi söylesem de sadece bunu yaşamayı becerememekten korktuğunu biliyorum. Kendini bir ara sokakta ya da ıssız bir cafede kollarıma bırakmaktan korktuğunu biliyorum. Ya da hiçbir şey bilmiyorum.

Duru güzelliğini, parmaklarından saçlarına uzanan varlığını, kısacık bir an da olsa yaşayamayacağımı biliyorum. Eksiğim ama sen bilmiyorsun bunu. Sen de tamamlanmayansın biliyorum, benim eksikliğimde sen var olamayansın...

Zamanı geriye almak mümkün değil biliyorum. Ama keşke dünyanın durduğu bir an olsa, ikimize kısacık bir an kalsa. Kısa da olsa dünya durmuşken yakalasak birbirimizi.

Tamam tamam kapatıyorum fotoğrafları... Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Sen ise şimdi muhtemelen bilinmeyen bir yolculuktasın, rotasını bildiğini sandığın...

z.e.

Fotoğraf : Haziran 2011 / Ayvalık - Şeytan Sofrası

31 Mayıs 2012 Perşembe

Merdiven...


Merdiven
 
Boynumdaki kravatı, ceketimin cebine iliştirerek üzerimdeki yüklerden sadece birini atabilmiştim. Ceketim, ayakkabılarım hatta kol düğmelerim de fazlalıktı. Ama günün kalan birkaç aydınlık saatinden alacağım keyfi hiçbir şey bozamazdı. İş toplantısının o yalancı gülümsemelerindense içimi saracak bir sıkıntıya bile razı olabilirdim. Neyse ki kendimi o ihtişamlı binanın, tarih dokusunun dışına atabilmiştim. Oysa sadece o ihtişamlı binanın tarihte yaşanmışlıklarını bile hayal edip, bahçesinde ılık bir İstanbul yolculuğu yapabilirdim. O mecburi ilişkilerin sarmalından kurtulabilmem mümkün olsaydı tabi...


Nereye gideceğimi kurgulamadan çıktım ve ilk bulduğum otobüse atladım. Önce biriyle karşılaşmanın zaman kaybını yaşama ihtimalini ortadan kaldırmalıydım. Bana hep İstanbul'dan çok uzak bir şehir havası veren Dolmabahçe'nin sağlı sollu ağaçlı yollarından geçerken otobüsün arkasından uzun uzun geride kalan anılara daldım. İlk çektiğim fotoğraflara, sevgilimle kaçtığım tarih yolculuklarına ve yıllar önce izlediğim Beşiktaş'ın Ferdinand'lı bir Fener derbisinde çubuklu formalı 8 yaşındaki çocukluk halime hep bu ağaçlar şahitti. Şimdi ne zaman İstanbul’un güzelliklerini hatırlamak istesem bu yoldan yürümek gelir ilk aklıma.

Birkaç durak sonra otobüs, Galata Köprüsü'ne yol almadan kendimi arka kapıdan dışarı attım. İçimde bir serseri vardı ve bazen güçlü otokontrolüm onu tutamıyordu. Nereye gideceğimi biliyordum. İstiklal'e çıkacaktım ama madem yalnız atacağım adımlarım olacaktı, o zaman bu adımların bir hikayesi olmalıydı. Yolculuğa nereden başlayacağımı biliyordum. İstanbul'un tarih fışkıran caddelerinden birisiydi Bankalar Caddesi.... Bankalar mı? Yok, iş peşimi bırakmasa da ben onu çoktan cebimin karanlığına gömmüştüm. Eski Pera'ya çıkışın bir yolu da Bankalar Caddesi'nin hemen başındaki merdivenlerdi. (Kamondo Merdivenleri*) Tünele binmek de farklı bir İstanbul yolculuğuydu ama o kadar kısa zamana sığdıramayacak kadar coşku doluydum. İçimde biriktirdiğim hikayelerim vardı, adım adım yaşayacağım... İşte birkaç adımdan sonra o merdivenlerin başındaydım. Kim, hangi düşüncelerle böyle bir mimari ile yapmıştı bu merdivenleri bilmiyordum ama yaratıcısı belki de yaşadığı kararsızlıkları yansıtmıştı. Kimbilir? Ya da merdivenlerin başında düşen biri en azından ortalarda bir yerlerde ayağa kalksın diyeydi bu eğrisel mimari... Her geçenin bir ya da birkaç basamağında durakladığı bir merdivendi. Yolum her geçtiğinde, adımların yorgunluğunu da bahane ederek en üst basamaklarda oturup, bu ilginç merdivenlere bakardım. İlk görenlerin şaşkınlıkları, fotoğraf çekmeye gelenlerin şekilden şekile girişleri, turistlerin hayran bakışları...

Bu kez merdivenlerin başında biraz duraksayıp nefes aldım. Nasıl olsa her bir basamak bir durak, bir es olacaktı benim için. İlk adımımı attığımda, bu merdivenleri birlikte keşfettiğim eski sevgilimin “Pişman mısın?” sorusu fısıldadı bir an kulağımda. Bitirdiğim ilişkiden birkaç ay sonra nişanlandığını haber vermiş ve ardından sormuştu. Gülmüştüm... “Bilmem, hiçbir zaman bilemeyeceğim.” diye cevapladığımda gerçekten bilemiyordum. Yaşadığım cevapsız yalnızlığın mı yoksa onunla içine düştüğüm anlamsız tekrarların mı beni daha az mutsuz kılacağını bilemezdim. Şimdi sorsa bu soruyu, “Yeterli mutluluğu, iki kişilik bir yalnızlığa tercih etmek doğru bir karardı” diye cevaplardım belki... Ardından “Sen?” diye sormadan arkamı dönüp giderdim. Tıpkı merdivenlerin daha o ilk basamağında attığım birkaç kararlı adım gibi...

Merdivenleri diğerlerinden farklı kılan o kıvrımlara geldiğimde yaşadığım onca yol ayrımından sonra sığındığım limanları anımsadım bir bir... Öğrencilik yıllarının kararsızlıkları, hataları, kaçışlarıydı hep bu yol ayrımlarının sebebi. İçimdeki tüm kararsızlıkları bırakıp, uzun aradan sonra kendimi özgür hissedeceğim an da bir akşamüstü serinliğinde, bahar kokusunu hissetmemle başlayacaktı. İstanbul’un kalabalık üst geçitlerinin birinde, onlarca insanın bakışlarına aldırmadan ağladığım ve sonrasında kendimi bir kuş gibi hafif hissettiğim merdivenlerde, içimde biriktirdiğim gözyaşlarının bu kadar ağır olabileceğini bilemezdim. O anı hatırlamanın coşkusuyla tırmandım merdivenlerin son basamaklarını.

İşte merdivenlerin en başındaydım. En baştaki basamaklara oturdum. Henüz bir saat önceki ben değildi o basamaklara oturan. Üzerimdeki kıyafetlerden, içinde bulunduğum ortamdan, yalancı gülümsemelerden kaçan kalabalık yalnızlığım gitmiş, yaptığım geçmişe yolculukla içimdeki gerçek beni ortaya çıkarmıştım. Yine yalnızdım bu kısacık yolculukta ama çocukluğum, Beşiktaş, eski sevgilim, öğrencilik yıllarındaki savrukluğum bana eşlik etmişti.

Bu kısa yolculuğu keyifli bitirecek ve yorgunluğu alacak şeyi biliyordum. Galata Kulesinin arka sokaklarında devam edecek yolculuk, İstiklal Caddesi’nin en samimi sokağında, Mehmet Abi’nin Mandabatmaz kahvesiyle son bulacaktı.

İnsanın gideceği yolu bilmesi, yol haritası yoksa da ayaklarının doğru yolu bulabilmesiydi diye düşündüm Kamando Merdivenleri’nin bu şeklinin sebebi. Sadece merdiven değil, bir sınav, bir sınamaydı sanki Kamando Merdivenleri… Tüm kafa karışıklıklarına, hatalara, kaçışlara, yanlış kararlara rağmen doğru yolu bulabilme sınavı…

z.e.

Fotoğraf : Mayıs 2012 / Karaköy - İstanbul

Kamondo Merdivenleri* : İstanbul'un Galata semtindeki Voyvoda Caddesi'yle ile Banker Sokağı'nı birleştiren barok üslûplu merdivenlerdir. 1850'li yıllarda yapılan merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Kamondo Ailesinden Avram Kamondo tarafından yaptırılmıştır. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Kamondo (Kamondo Caddesi) olarak bilinmekteydi.


27 Mayıs 2012 Pazar

Cevapsız Yalnızlıklar...




Cevapsız Yalnızlıklar...



- “Bence karısı ölmüştür. Ölümün yarattığı boşluğu nasıl dolduracağını düşünüyordur. Aslında dolduramayacağını bildiği için de eve dönmek istemiyordur.” dedi Mehmet.
İkinci birasının köpükleri uçmadan, büyük bardağı kafasına dikti. Timur’un da maçı takip etmediğini fark etmişti. “Sence?” diye sordu Timur’a, hemen iki masa ötedeki, saçları iyice ağarmış, yüz hatlarındaki derin izlerin tek tek birer hayat meşgalesine işaret ettiği yaşlı adamı göstererek.
Timur da onca masa içinde yalnız takılan tek masayı fark etmişti. Timur;
-“Bence karısının dırdırından ve yaptığı mahalle dedikodusundan sıkılmıştır. O uyuyana kadar da burada her akşam içiyordur. Baksana, adam kederli değil de sanki sıkkın. Hayattan, çocuklardan, geçim derdinden sıkılmış gibi.” dedi.
Mehmet;
-“İyi de adam rakıyı mezesiz ardı ardına yudumluyor. Daha ilk kadeh rakıda bitirdiği tek mezesi, haydari de biteli çok olmus. Bu adam kederli, sıkkın olsa keyif yapar ama adam rakı keyfi yapmıyor, unutmak için içiyor sanki.”
Timur;
-“Oğlum, keyif yapacak parası mı vardır sence? Karısının ve çocuklarının boğazından yetiştiremiyordur ki. Rakı içmesini bilen keyfini de yaratir da, yok işte adamda para!!!”
Mehmet;
-“İyi de bir kadehten feragat edip iki meze keyfi yapabilir adam. Baksana görmüş geçirmiş birine benziyor. Gecenin bu saatinde kravatı halen düzgün, ceketinin yakasındaki rozet de yıllardan kalma belli ki.”
Timur;
-“Ya keyif değil de kafa bulma derdi varsa sadece???”
...

Mehmet, Timur’un bu sorusunu cevaplamadı, sadece, yüzündeki ifade ile “ne bileyim yaaa!!!” der gibiydi. İkisi de biralarını yudumladı. Tuzlu fıstıkları yeni bitmişti. Mehmet; “Patates istesek mi? diye sordu. Timur; “Fark etmez, ben yerim” dedi. Mehmet; “Bilmez miyim?” diyerek gülümsedi. Mehmet, kırklarındaki garsona “Şeeeef” diye seslendi.
-“Patatesin var mı, ama taze patates olsun, dondurulmuş değil?”
-“Var abi hemen yapiyorum. Duble mi olsun?”
-“Duble olsun hadi!!”

***

Beşiktaş'lı iki keyfe keder arkadaştılar ve Beşiktaş'ın maçlarını izlemek için birkaç haftadır bu salaş meyhaneye gelip hem bira içiyorlar hem de kötü giden sezona rağmen Beşiktaş'ı izlemeyi bırakmıyorlardı. Bu sene ilkkez aldıkları kombine biletler, bir şampiyonluk göstermeyecekti bu sene nasıl olsa. İşle ilgili ise iki kaybedendiler bir bakima. Tek şansları, bu kadar ortak yanı olan iki tipin, bu küçük işyerinde biraraya gelmeleriydi. İkisi de keyif içkisinde ilk olarak buz gibi biraya sarılıyor, Beşiktaş'ı çocukluk aşkları gibi seviyorlardı. Üniversitede aynı davalarda farklı şehir ve zamanlarda az kavga etmemişlerdi. İşyerinde karşılaşmak en çok bu konuda şanstı onlar için. Yoksa bu işyerinde hayat kazanına düşmek ikisini de mutlu eden bir şey değildi.

***

Patatesler sıcak sıcak önlerine geldiğinde, ikisi de son yudumları bitmeden üçüncü biralarını söylediler. Tam o sırada keyifsiz maçta, kendi kalelerinde gördükleri gol ile Timur, okkalı bir küfür salladı. “Lan bu da yenir mi yaaaa.” diye de ekledi. Mehmet; “Hep böyle yemiyor muyuz, bir duran top uyuyan defans, sevinen bir rakip. Boşver, hayat siyah beyaz yazilmiş zaten, gol atıyorlar diye sevmiyoruz ki biz bu takımı!!! Beyazı da var bu hayatın, o da gelir bi ara. Hadi icelim!!!”

Kadehleri tokuşturup sıcak patatese abandilar. Bazen ikisi de çocuklaşıyordu; yerken, sevinirken, işyerine gelen genç ve güzel kızları birbirlerine yakıştırırken ve birbirlerini özlerken... Ama içerken, yazıp okurken, Beşiktaş'ı konuşurken, işyerinde ortaya çıkan, hararetli ama bir o kadar da anlamsız tartışmalara müdahil olurken de bir o kadar birlikte büyüyorlardı. Bazen de tamamlıyorlardı savruk dünyalarını... Mehmet, hayatındaki hep tanımladığı arkadaş eksikliğini tamamlıyordu; Timur, uzun yıllar süren yalnızlığını tamir ediyordu.

***

Mehmet; “Bence benim yaşlılığım da son kadehini içen bu adam gibi olacak. Görebiliyorum sanki şimdiden” diye, tekrar kır saçlı adama döndü. “Yalnızlıktan içiyor, tıpkı benim şimdiki halim gibi. Çok sevip eksik kalan bir adam bu.” Kır saçlı adamda, kendi cevapsız yalnızlığını bulmuştu.
Timur; “Yine mi laaaan” dedi ve devam etti : “Yok, bak göreceksin adam birazdan son kadehini fondip yapıp eve gidecek. Karısı, uyumuştur artık.” Mehmet; “Yooook gidemez, gitmez bu adam”” dedi. Kır saçlı adam, Timur'un dediği gibi son yudumunu fondip yaptı, boş tabağı alan garsona bir şeyler söyledi.
Timur; “Hah, bak hesabı da istedi, gidecek adam.” dedi. Garson geri döndü, bir şeyler söyledi yaşlı adama.
Mehmet; “Yok abi baksana sanki bir şey istedi de, garson olmaz dedi.”
Bu sırada yaşlı adam cebine davrandı. Önce paraları saydı, sonra hepsini masaya bıraktı, para tam çıkışmamış gibi. Timur; “Amma da yazdin bak, adam evine gidiyor.” dedi. Mehmet, tespitinin tutmamasina değil de adamın eve ayaklarının geri geri gitmesine üzüldü bir an. Oysa yaşayan ve görülmek istenmeyen bir kadındansa, ölmüş ama anısı unutulmamış bir hayat arkadaşının varlığını, kır saçlı adam için dilemişti.

Kır saçlı adam kapıdan çıkmak üzereyken, Beşiktaş bir gol attı. Timur, “Gooool” diye kalktı ama meyhanedeki sessiz kalabalık, içme keyfinde maçı sadece seyirlik bir gözle takip ediyordu. Maç yayını vardı ama kimse maç var diye gitmiyordu, o mekana anlasilan...
Mehmet; “Bu takımı işte bu yüzden seviyorum, en kötü halimizde bile bir umut veriyor bana.” dedi. Timur; “Hadi oğlum, karaaaakartaaaaal.”
Mehmet; “Oglum, sessiz ol biraz, baksana kadeh ve mırıldayan muhabbetten başka ses yok içerde.” Timur; “Birer bira daha mı içsek?”
Mehmet; “Yok be, kalk eve gidelim” dedi. “Maç da bitmek üzere zaten. Sabah başım ağrır benim.”
Timur; “Amma da kibarsın beeee.” dedi ve garsona dönerek hesabı istedi.

Hesabı ödediler. Dışarda hava soğuktu. Kış, sert başlamıştı. Siyah beyaz atkılarını boyunlarına doladılar. Önce Mehmet çıktı, meyhaneden. Derin bir nefes çekti ve ekledi: “Bak yine bira kokuyor gökyüzü. Bira içmenin en çok, serin gökyüzünde yaydığı kokusunu seviyorum.”
Timur; “Hadi gidelim, yağmur yağacak gibi.” dedi.

Kolkola girerek otobüs durağına doğru yollandilar. Meydandaki büyük parktan geçerken Mehmet, bir an durdu. Karanlık bankta oturan, kır saçlı adamı fark etti. Timur'a döndü: “Bu, o adam degil mi?”
O” dedi Timur. “Ne yapıyor bu sogukta?” diye ekledi. Bu sırada kır saçlı adam, bacaklarının arasına sakladığı, gazeteye sarılmış birasını yudumladı.
Mehmet, Timur'a döndü : “Oğlum ben demiştim işte. Bu adam eve gidemez. Yalnızlığı, bu havadan daha soğuk gelecek, o kocaman evde.

Timur; “Hadi oğlum gidelim, üşüdüm yaaa. Taktın adama...”

Kır saçlı adam, birasını yudumlarken, iki arkadaş da otobüs durağına doğru, gecenin ayazında kalabalığa karışıp kayboldular.

...

  z.e.

Fotoğraf : 2011 Haziran / Datça Palamutbükü